İsrail Asıllı Türk Sanatçı Kim? Kimlik, Bellek ve Sanatın Kesişiminde Bir Merak
Şunu itiraf edeyim: “İsrail asıllı Türk sanatçı kim?” diye sorulduğunda içimde hem bir merak hem de tatlı bir gerginlik uyanıyor. Çünkü bu soru, yalnızca bir kişiyi aramaktan ibaret değil; kimliğin katmanlarını, göçün izlerini, belleğin yaralarını ve sanatın şifasını birlikte konuşmaya davet ediyor. Hadi gelin, bu merakı birlikte açalım; sanki aynı masada oturmuşuz, çaylarımızı tazelemişiz, müzik fonda usul usul akarken sohbet ediyoruz.
Sorunun Kökeni: Neden “Kim?” Diye Soruyoruz?
“Kim?” sorusu genellikle bir isim, bir yüz ve bir biyografi bekler. Ama bu kez “kim” dediğimizde, kimlik de kapıdan içeri giriyor. “İsrail asıllı” ifadesi doğum yeri, aile kökeni veya kültürel aidiyeti çağırırken; “Türk” ifadesi vatandaşlık, dil, yaşanmışlık ve toplumsal belleği getiriyor. Sanatçı ise tüm bunları malzeme eden, dönüştüren ve kimi zaman birleştirip kimi zaman çatıştıran bir özneye işaret ediyor. Yani, aslında tek bir kişiyi değil; katman katman bir hikâyeyi arıyoruz.
Tarihsel Arka Plan: Göçün Ritmi, Belleğin Haritası
Bu merakın arkasında göç var. Göç, sadece insanların yer değiştirmesi değil; dillerin, melodilerin, yemek tariflerinin ve ritüellerin de valize konup yola düşmesi demek. İsrail ile Türkiye arasındaki kültürel dolaşım, tarihin farklı dönemlerinde farklı ritimlerle akmış; bazen hızlanmış, bazen yavaşlamış. Göçün bıraktığı izler, sanatçıların eserlerine motif gibi işlenir: bazen bir şarkının ara tınısında, bazen bir tabloda ışığın kırılmasında, bazen de bir filmin ara sahnesindeki suskunlukta kendini duyurur.
Günümüzde Yansımalar: Müzikten Dijital Sanata
Günümüzün çoklu kimlikli dünyasında sanatçılar, tek bir etikete sığmayan hikâyeler anlatıyor. “İsrail asıllı Türk sanatçı” dediğimizde akla şu pratikler gelebilir:
- Müzik: Ladino tınılarıyla Anadolu halk ezgilerinin beklenmedik bir buluşması; bir şarkının ortasında İbranice bir cümle, nakaratta Türkçe bir çağrı, altyapıda ise Orta Doğu ritimleri…
- Görsel sanatlar: Haritaların katlandığı kolajlar, pasaport damgalarının üst üste bindiği baskılar, iki alfabenin aynı yüzeyde dans ettiği tipografik işler.
- Performans: Sahnede bir masaya konan iki ekmek: biri pide, diğeri hallah; izleyiciye “hangisi senin çocukluğun?” diye sormadan, sadece birlikte bulunmalarını sahneleyen sessiz bir jest.
- Dijital sanat: Kodla yazılmış, coğrafi verilerle beslenen interaktif bir harita; izleyici kendi göç hikâyesini işaretledikçe eserin renk paleti değişiyor.
Bu pratiklerin ortak yanı, kimliği sabitlemek yerine ilişki olarak düşünmeleri: sesler, diller, anılar ve yerler arasında köprü kurmak.
Beklenmedik Bağlantılar: Gastronomi, Nörobilim ve Tasarım
Sanatın kimlikle kurduğu ilişkiyi yalnızca estetikte değil, beklenmedik alanlarla diyalogunda da görebiliriz.
- Gastronomi: Bir sergi açılışında menü, sanatçının aile hafızasından geliyor: tahinli çörek ile zeytinyağlı dolma yan yana; tatlı-tuzlu dengesinde, iki kıyının rüzgârı aynı sofrada buluşuyor. Yemek, sergi metnine dönüşüyor.
- Nörobilim: İki dilli büyüyen bir beynin sesleri nasıl kodladığını görselleştiren bir enstalasyon; EEG verilerinden türetilmiş bir ışık koreografisi… Kimlik bu kez sinapsların ritminde okunuyor.
- Hizmet ve arayüz tasarımı: Göç deneyimini yormayan, evrak yükünü hafifleten, çok dilli erişilebilir arayüzler; sanatçının kavramsal çerçevesi, tasarımcının çözümünde karşılığını buluyor.
Etik Bir Hatırlatma: “Kimlik Avcılığı” Yerine Diyalog
Merak güzeldir; ama kimi zaman merak, insanı “kimlik avcılığı”na sürükleyebilir: “Tam olarak nerelisin?”, “Gerçekten hangisine aitsin?” gibi sorular, sanatçıyı eserin önüne koyar ve onu açıklama yapmak zorunda bırakır. Oysa sağlıklı olan, eseri konuşmaktır. Bir üretimi değerli kılan, künye bilgilerinin ötesindeki etkisidir: bize ne hissettirdiği, dünyayı nasıl yeniden kurduğu, hangi ihtimalleri gösterdiği…
Geleceğe Bakış: İşbirlikleri, Platformlar ve Ortak Üretim
Yakın gelecekte bu sorunun yanıtı, tek bir isimde değil, işbirliği ağlarında somutlaşacak. Çevrimiçi sanat platformları, açık atölyeler ve ortak prodüksiyon modelleriyle sanatçılar farklı şehirlerden aynı projeye nefes verecek. İstanbul’da başlayan bir fikir, Hayfa’da bir ses tasarımcısıyla genişleyip Berlin’de bir küratörle sergiye dönüşecek. Web tabanlı arşivler, bu çok katmanlı üretimlerin hem bellek hem de paylaşım mekânı olacak.
Ayrıca yapay zekâ destekli araçlar, çok dilli metin ve ses işleme sayesinde kimlik katmanlarını görünür kılan yeni ifade yolları açıyor. Dil bariyerlerini aşan altyazı sistemleri, gerçek zamanlı çeviriyle performansı çoğaltıyor; veri görselleştirme, göç rotalarını anonimleştirerek etik sınırlar içinde anlatıya dahil ediyor. Böylece “İsrail asıllı Türk sanatçı” figürü, tekil bir portreden çok, akışkan bir pratik hâline geliyor.
Aradığımız Cevap: İsimden Çok Hikâye
Belki bu yazıyı “işte adı şu” diye bitirmemi bekliyorsun. Ama bence bu sorunun güzelliği, bizi bir isim tabelasına değil, hikâyelerin kendisine götürmesinde. İsrail asıllı Türk bir sanatçının işi, iki ülkenin politik gölgelerinden sıyrılıp insanın en mahrem bölgesine; ev hissine, kayıp hissine, buluşma sevincine dokunabiliyor. Bazen bir sahnede, bazen bir duvar yüzeyinde, bazen de kulaklığımızda…
Sonuçta mesele şu: “İsrail asıllı Türk sanatçı kim?” sorusu, bir kimlik denklemi çözmekten çok, bir dinleme disiplini öneriyor. Eseri dinlemek, izleyicinin kendi kimliğiyle kurduğu ilişkide küçük bir esneme yaratıyor. O esneme—tıpkı bir nefes alma gibi—birlikte yaşamanın, birlikte üretmenin ve birlikte hayal kurmanın en kıymetli anı. Belki de aradığımız “kim” tam burada, bu anın içinde saklı.